Öykü / Sustalı Bıçak Yarası
“Ne döner durursun be kadın sac ekmeği gibi! Kalk, nerede zıbaracaksan oraya git!” Kem söze, çatık kaşa alışkın olmayan ruh ve beden yorgunu kadın, yataktan kalkıp kırık adımlarla öbür odaya gitti. Kahırlı bakışlarını yatakta dertop olmuş uyuyan oğluna perçinledi. Kocasının kel çalı gibi yüreğini kanatan sözlerini anımsayıp yüzünü buruşturdu. Pencereyi açtı, temiz havayı içine çekti.

Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
“Ne döner durursun be kadın sac ekmeği gibi! Kalk, nerede zıbaracaksan oraya git!”
Kem söze, çatık kaşa alışkın olmayan ruh ve beden yorgunu kadın, yataktan kalkıp kırık adımlarla öbür odaya gitti. Kahırlı bakışlarını yatakta dertop olmuş uyuyan oğluna perçinledi. Kocasının kel çalı gibi yüreğini kanatan sözlerini anımsayıp yüzünü buruşturdu. Pencereyi açtı, temiz havayı içine çekti. Nakış nakış semaya serpilmiş yıldızlara isteksiz, don bir bakış fırlattı. Yüreği güç yetmez bir acıyla burkuluyordu. Bozuk çekyata demirlerinin sırtını deleceğini bile bile öylesine uzandı. Caddeden hışımla geçen arabaların civelek ışıltısı, sokak lambasının sarı ölgün harelerle duvarda oynaşan gölgelerine karışıyordu. O renk hengâmesine Cemil’in hayali düştü. Gözlerini kısarak gülüşünü, kalbinde büyüleyici ve sarhoş edici titreşimler bırakan iltifatlı hitaplarını çok özlediğini fark etti. Geçmişine uzandı damar damar, yol yol…
Murat’ın babasıyla on beş yaşında görücü usulüyle evlendirilmişti ama sevmişti kocasını. Küçük bir nahiyede oturuyor, bağ bahçe işiyle uğraşıyorlardı. Kocasının ağzı var, dili yoktu. Kıymet bilir, değer verirdi karısına. Her işi birlikte yaparlardı. Bu çoğunlukla etrafta alay konusu olur, ‘‘kız Cemil gene iş başında’’ diye eğlenenlere güler geçerdi. Kimseye dişini göstermez, yüzünden tebessümü eksik etmezdi. Çok genç yaşında Murat’ı kucağına aldı Hüsna. Gür kavisli kaşları, ayın bedir hâlindeki yüzüyle babasının kopyasıydı küçük Murat. Mutlulukları bir kat daha katmerlenmiş, kıt kanaat geçindikleri fakirhanelerine bir boğaz daha eklenmişti. Henüz fazla bir masrafı yoktu ama ilerisi için de Allah kerim diye tevekkül ediyorlardı. Sağlıklı bir şekilde büyümeye çalışan tosuncuk birden ateşlenip huysuzlanmaya, anasını emmemeye başladı. Israrlı ağlamalarının sonu gelmiyor, kucaklarına aldıkları zaman da bile susmuyordu bir türlü. Ateşini kocakarı ilaçlarıyla düşüremeyince ertesi sabah doktora götürmek için kavilleştiler. Hüsna, oğlunun kafasındaki bıngıldağın bombe yaptığını görür görmez ortalığı velveleye verdi. Traktörü olan komşularından yardım isteyip en yakın ilçedeki hastaneye ulaştılar. Kesin tanı için, beyin omurilik sıvısından alınan örnek incelenmeye alındı. Netice çocuğun menenjit olduğunu gösteriyordu. Derhâl hastaneye yatacak ve hastalığı izlenecekti. Çocuğunun geleceği için malı mülkü satıp şehre yerleşmeyi düşünüyordu nicedir Cemil. Bu fikrini eşinin oğluyla hastanede geçirdikleri süre içinde hayata geçirdi. Kesesine göre iki göz ev kiralayıp traktörün kasasına attığı iki üç pılı pırtıyla evi oturulacak hâle getirdi. Hastanede geçirdiği zamanın dışında iş aramaya başladı. Sabahçı kahvesinin birinde iş buldu sonunda… Antibiyotik tedavisiyle yüzü renklenip sürekli uyku hâlinden kurtulan Murat, etrafa agucuklar dağıtmaya başlamıştı bile. Karı koca eski neşelerine kavuşmuşlardı. Hastaneden çıkınca kıymetlilerini yeni evlerine götüren Cemil’in düşünceli davranışı, genç kadını çok mutlu etmişti. Aşılarını zamanında yaptırdıkları evlatları sağlıklı bir şekilde büyüyordu. Akşamdan sabahın alacasına kadar çalışan Cemil öğleye kadar uyuyor, akşama kadar da hamallık yaparak geçimlerini sağlıyordu. Murat dört yaşına girince Hüsna oğlunu da yanına alıp, yarım günlüğüne temizliğe gitmeye başladı. Gül gibi geçinip gidiyorlardı ama…
Sabahçı kahvesine gelip oyun masasına oturan hafif çakırkeyif dört kişilik bir grup, yüksek sesle o gece gittikleri umumhanedeki mahrem anlarını ayan beyan anlatarak ortalığı şamataya boğmuştu. Bu durum diğer müşterilerde bir tedirginlik oluşturdu. Ortamı daha fazla germemek için, kahve sahibi Cemil’i gönderip usulünce ikaz etmesini istedi. Vay sen misin ikaz eden! Sesler yükseldi, küfrün bini bir para. Hırsını alamayan bıçkın genç, kasketini geriye atıp omuzundaki ceketini hızlıca silkeleyerek hışımla yerinden kalktı. Tespih salladığı eline ne vakit aldığı belli olmayan sustalıyla Cemil’e saldırdı. İkisi arasında itiş kakış yaşandı. Kendini müdafaa etmeye çalışan Cemil’in yumruğuyla yere düşen delikanlı acı bir feryatla ortalığı inletti. Bir hiç uğruna iki gençten biri hapse, diğeri de mezara girince oğluyla iyice sahipsiz kaldı Hüsna. Görüş günlerini iple çekiyorlar, sınırlı zamanda kenetlenen ellerini bir türlü çözmek istemiyorlardı. Oğlu ve kocasıyla oluşturduğu küçücük dünyasına hapsolmuştu. Çaresizdi. En sıkıntılı anlarını kimselere sezdirmiyordu, Murat’ına bile. Kaza ile de olsa katil damgası yiyen kocasının cezası kesinleşmiş, azılı katillerle aynı koğuşa konulmuştu. Gündeliğe giderek kazandığı üç beş kuruştan ev kirasını verince fazla bir şey kalmıyordu. Boğazlarından keserek kocasına harçlık veriyor, tütününü alıyordu. Murat çocuktu. Her gördüğünde gözü kalıyor, alması için ısrarcı oluyordu. Çoğu kez açlıktan ve geleceğinin belirsizliğini düşünmekten gözüne uyku girmiyordu… Acı haberi görüş gününde öğrenen genç kadının tüm dünyası zifiri karanlığa gömülmüştü. Bir gün kavuşma ümidini içinde besleyip büyüten Hüsna, iyilerin çok çabuk göçtüğü bu dünyada oğluyla tek başına kalmıştı. Gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan habere göre koğuştaki mahkûmlar arasındaki çıkan kavgayı ayırmaya çalışan Cemil ve üç mahkûm şişlenerek öldürülmüştü…
“Yapma! Hayırr!” diye bağıran oğlunun sesini duyunca düşle gerçek arası daldığı fırtınalı ruh denizinden sıyrılıp fırladı kalktı, uzandığı yerden.
“Murat’ım, oğlum korkma! Rüya oğlum rüya! Aç gözlerini tosunum.’’
“Ne diye korkacakmışım ana! Erkek adam korkar mı hiç!’’
“Yatın, uyuyun be! Ne diye dırdır edersiniz gece gece. Katilin dölü niye bağırıp durur!”
Kendisiyle evladını her fırsatta kurşun gibi sözleriyle yaralayan kocası olacak gevşek ağızlıya içerleyip la havle çekti. Ter içinde kalmış oğlunun çamaşırlarını değiştirmek için çekmeceye yöneldi. İç çamaşırlarının en altına saklanmış olan buz gibi demir parçasına dokunan elini hızlıca çekti. Şimdiye dek hiç görmediği sustalı bir bıçaktı bu. Sırtından buz kaymışçasına ürperdi, geride bıraktığını sandığı korkuları depreşti birden. Sormaya çekindi, çünkü son günlerde pek aksi olmuştu yumuşak başlı oğlu. On iki yaşının deli fişekliğine yoruyordu durumunu ama… El yordamıyla oğlunun çamaşırlarını değiştirmesine yardım etti. Saçlarını okşayarak, sevgiyle dolaştırdı bakışlarını. Huzurlu bir uykuya dalıncaya kadar başucunda oturdu. Kalbinin yegâne dayanağının melekler gibi uyuyuşunu derin, ıstıraplı iç çekişlerle izledi uzun süre. Yine Cemil düştü yâdına. Hasret damarları şişti, kabardı. Ateşi külle örtmeyi bir türlü beceremiyordu bunca yıldır. Yumuşak bir yastığa gömülür gibi düşünceler içine gark oldu. Nedense yaşanmışlıklarının o dalgalı, hüzünlü koylarına ölçeksiz kulaç atışları sıklaşmıştı son günlerde. Aklı yavaş yavaş kaymaya başladı geçmişine…
Cemil’i genç yaşta kaybettikten sonra ne yapacağını bilememişti. Namusuyla çalışıp, oğluyla yaşama sıkı sıkı tutunmaktan başka çıkar yolu yoktu. Bu arada ev sahibi insafa gelmiş, ev kirasının yarısını almadığı gibi bir doktorun yanında işe girmesini de sağlamıştı. Bir gölge gibi sessizce oğlunu okula götürür, oradan da işine gelir giderdi. Ne sevincini ne kederini kimselere sezdirmez, ev sahiplerinin görünmez kanatları altında oğlu için yaşamaya çalışırdı. Bu ahenkli gidiş geliş birkaç kopuk tarafından bozuldu bir gün. Dul ve sahipsiz olduğunu keşfedip farklı şeyler umarak genç kadına yaklaşmaya, olmadık tekliflerde bulunmaya başladılar. Ters cevap alıp sert kayaya çattıklarını görünce erkekliklerine leke sürdürmemek adına, bu sefer de rahatsız etmeye başladılar… Murat’ın derslerle arası pek yoktu ama eli her işe yatkındı babası gibi. Ne kadar gayret edip oğlunu okutmak istese de muvaffak olamadı. İlkokulu bitirdiği yaz ev sahibinin tanıdığı bir tamirhaneye çırak olarak yerleştirdi Murat’ı. Gayretliydi, efendiydi oğlu. Tez zamanda sevdirdi kendini. Haftalığı azdı fakat nerede olduğunu biliyordu en azından. Ana oğul geçinip gidiyor, hâllerine şükrediyorlardı. Son günlerde Hüsna’yı densizin biri yine rahatsız etmeye başladı. Buna şahit olan ev sahibi, “Bak evladım, ev erkeksiz olmaz. Gençsin, alımlısın ‘dul karıya taş atan çok olur’ demiş atalarımız. Hem Murat’ın örnek alacağı bir babalığı olmalı, yoksa büyüyünce seni saymaz bu çocuk.’’ deyince kapattığı evlilik defterinin sayfalarını aralamaya başladı. Cemil’in hatırasına ihanet etmiş olmaz mıydı? Biricik Murat’ına hakikaten babalık yapabilir miydi? Başka birini Cemil’i kadar sevebilir miydi? Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Düşündü taşındı, oğlunun da fikrini alıp ev sahibine olumlu yanıt verdiği an pişman oldu. Dönüşü olmayan bir yola girdiğinin ayırdındaydı Ev sahibinin evinde gördü ilk kez Hilmi Efendi’yi. Karısını beş yıl önce ameliyat masasında kaybetmiş, olgun birine benziyordu. Çocukları yetişkindi, babalarıyla pek alakaları yoktu. Minibüs şoförüydü, görünüşe göre kendine uygun buldu. Murat’ıyla anlaştıklarını görünce içine biraz ferahlık geldi, tüy gibi hafiflediğini hissetti. Birkaç kişinin katıldığı hükümet nikâhı sonrası Hilmi Efendi’nin evine taşındı. Eli boldu, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmiyorlardı ama tasvip etmediği kötü bir huyu vardı. İlk zamanlarda kendini frenlemeye çalışıp sonra ipin ucunu koyveren kocasının ağzı bozuktu. Sözleri zımpara kâğıdı gibiydi. Maske takmış gibi ifadesiz duran yüzüne pek yakışan sözlerinin arasına sıkıştırdığı duygu yoksunu acı sözler, keşkelerle örülü bir ortama sürüklüyordu genç kadını. Pişmandı, hem de çok pişman. Bu duruma alışması da, tahammül etmesi de pek mümkün değildi…
Murat’a son zamanlarda bir hâller olmuştu, anlam veremediği. Çok çabuk sinirleniyor, elinde ne varsa düşüncesizce karşıya savuruyordu. Sık sık banyoya giriyor, saatlerce çıkmıyordu. Bugüne kadar annesinin banyo yaptırmasına ses çıkarmayan Murat her seferinde itiraz ediyordu. Bir keresinde, yüzündeki ayva tüyü cinsinden seyrek sepildek kılımsı uzantıları babasının usturasıyla kazırken üstüne gelen annesinin itirazlarına sinirlenip banyonun altını üstüne getirmişti.
“On iki yaşında çocuksun sen, ne tüyün var ki zorla kazırsın gül yaprağı gibi pürüzsüz yüzünü. Büyüyünce bıkacağın bu işe niye heveslenirsin bu kadar,’’ diyerek yüksek perdeden söylenmişti ilk kez. Son günlerde de geceleri çok sık kâbuslar görmeye başlamıştı. Belli ki korktuğu bir şeyler vardı. Gerçi inkâr yoluna gidiyordu Murat’ı… Ev sahiplerinin torunu Vildan ile bir avluda büyümüştü oğlu. Aynı okula gider, aynı sokakta vakit geçirirlerdi. Kendisinden bir buçuk yaş küçük olduğu için ona abilik yapar, derslerine yardımcı olurdu. Son günlerde ona da yüz vermez olmuştu. İş dönüşü yolunu gözleyen Vildan bir gün, “Hüsna teyze, Murat abi beni tanımamazlığa geliyor. Sesleniyorum kafasını bile çevirmiyor. Bir kabahatim mi oldu da bana küstü. Senin haberin var mı, suçum neymiş?”
“Güzeller güzeli Vildan’ım ne kusurun olacakmış senin. Yolunuz ayrı, yolağınız ayrı kızım niye küssün?’’
Küs işte! Sakın gizli bir derdi olmasın?’’
“Ne derdi ne sıkıntısı olacak kızım. Yediği önünde, yemediği ardında. Çocuk kızım o da senin gibi. Çocuklara gülmek, büyüklere dert yakışır Vildan’ım,’’ diye cevap vermişti vermesine de anlam veremediği Murat’ın son zamanlarda değişen davranışlarıydı. Hayatına anlam katan Cemil’in sustalı bıçakla yaralanmasının akabinde, hapiste yine kesici bir aletle hayatının son bulmuş olması Hüsna’da bıçaklara karşı bir ürküntü oluşturmuştu. Çekmecede şans eseri gördüğü sustalı bıçak yine kanattı yüreğini, kötü anıları hücum etti zihnine… Bu bıçak da neyin nesiydi? Murat’ı küçücüktü daha. Cemil’inin yetimiydi. Gözünün bebeği, ilk göz ağrısıydı. Çocuktu, sadece çocuk. Sabah ola, hayrola dedi kararlı bir şekilde… Saatin alarmını kapattı çarçabuk. Kocası gözünü açmadan başlardı küfürlü konuşmaya. Sobayı yakıp çorbayı karıştırdı. Ekmekleri kızartıp elindeki siniyle sobalı odaya yöneldi. Hilmi Efendi’yi uyardı usulca. Murat’ın yattığı odanın kapısını çekti. Düşüncelerini sezdirmeden kahvaltısını yapıp kocasını işe uğurladı. Pardösüsünü giydi, eşarbını bağladı, ilk kez kapıyı kilitlemeden işine yollandı. Dalgın ve düşünceliydi. Ayak alışkanlığıyla ezbere kat etti yolları. Gözlerinin altındaki mor halkalar, içine hapsettiği korkularının vesvese olup yüreğine akın akın doluşunun dışa vuruşuydu. Savrulmaktan bitap düşmüş selviler gibi mecalsiz kalmıştı. Temizlik işlerini zorla bitirip çayı demledi. Doktor hanımı bekliyordu akıl danışmak için. Çayı götürdüğünde anlattı Murat’ın durumunu. Olup biteni Hüsna’nın sözünü kesmeden dinleyen doktor hanımın yüzü asıldı birden. Önemli bir telefon konuşması yapacağını bildirip odadan çıktı… Aradan henüz bir iki saat geçmişti ki, doktor hanım aceleyle mutfağa gelip yemek yapmakta olan genç kadının eline bir kâğıt tutuşturdu. Hiç vakit kaybetmeden bugün görüşmeye gitmesini, arkadaşının kendisini beklediğini söyledi. Ne olduğunu korkarak sordu. Arkadaşı olan psikiyatrın adresiydi bu.
“Ne derdi olabilir doktor hanım, bir fikriniz var mı?”
“Bilmiyorum bacım. Meramını anlat ki doktora dermanını bulasın. Cevabın bende değil. Keşke bende olsaydı.’’
Yol boyunca çenesi sıtmaya tutulmuş gibi titredi durdu. Etrafındaki uğultu bıçak gibi kesilmiş, sadece zihnine hücum ediveren binlerce sorunun cevabını arıyordu umarsızca. Alnının tam ortasında endişeli bir kavisle kavuşan kaşlarını bir çatıyor, bir düşürüyordu.
“Neyi olabilir ki oğlumun? Hadi büyüyor, delikanlı oluyor desem daha yaşı ne? Huyu da çok değişti. Yumuşacık tabiatlıydı, aynı babası gibi deyip sevinirken. Hele tıraş olma hevesi, daha on iki yaşını sürerken. Vildan’a da yüz vermiyormuş bak! Bacı kardeş gibi büyümüşlerdi hâlbuki. Ya sustalı bıçak! O sustalı yok mu? O bıçak yüzünden gülistanımız, bozulmuş bostan viraneliğine dönmedi mi? Civan mert Cemil’im o bıçak yüzünden mahpusa düşüp onun darbeleriyle yitirmedi mi canını? O bıçak yüzünden değil mi Hilmi Efendi’nin zehirli ok gibi yüreğimizi delip geçen laflarını fütursuzca söylemesi. O yüzden kırılmadı mı kolumuz, kanadımız… Geçen gün de işe gitmeyeceğim bir daha diye tutturdu. Ustası mı bir şey dedi, yoksa pek sevdiği dilinden düşürmediği İlhan abisi mi bir şey dedi acaba? Üsteledim ‘yok bir şey’ deyip geçiştirdi. ’Gitmek istemiyorum, o kadar!’ deyip ortalığı darmadağın etti. Ya Hilmi Efendi evde olsaydı bu arada. Adamın dili dil değil ki, bildiğin yılan dili. Zehrini akıtmak için kuytuda bekleyen zehirli, hatta çıngıraklı yılan…’’ Kalbi, göğsünde demirci örsü gibi vurdu birden. İçinden bir şey fazla gerilmiş bir kiriş gibi koptu sanki. “Yoksa! Yok yok, tövbeler olsun! Neler de gelir aklıma. Aman Allah korusun. Hırsızlık yapmaz Murat’ım. İçtiği süt helal, mayası katışıksızdır oğlumun. Cemil’imin yetimi, ilk göz ağrım benim.’’ Ağır bir yük taşımış gibi yorgundu bedeni. Ayaklarını sürüye sürüye doktorun muayenehanesine ulaşıp beklemeye koyuldu. Kalbindeki ıssızlık ve yalnızlıktan bütün varlığı donmuş gibiydi. Solgun yüzüne hüzün çökmüştü. Kaç saattir içinde hapsettiği tufan gözlerinden tomur tomur boşandı. Sonra da nerede olduğunu unutup sel oldu aktı. Psikiyatr, önce sakin ve güven temin eden davranışlarıyla rahatlattı genç kadını. Arkası gelmeyen sorular geçmişe, ta Cemil ile tanışmalarına kadar yol aldı. Hüsna anlattıkça açıldı, açıldıkça anlattı. Sesi kâh paslı menteşe gıcırtısı gibi çıktı, kâh gül dalına konup şakıyan bülbül gibi. Kimi zaman yatağına sığmayan sel gibi taştı, kimi zaman da imbatın kollarında çifte huzura ermiş gibi dingindi…
“Nedir Murat’ımın sıkıntısı doktor bey?’’
“Kanaatim şudur ki ivedilikle tedavi edilmesi gereken iki vakayla karşı karşıyayız. Birincisi erken ergenlik olgusu. Bunun tedavisi mümkündür. Murat’ın yaşını göz önüne alacak olursak, sizi başka bir uzmana yönlendireceğim. İkincisi ve en önemlisi son yılların moda hastalıklarından birisi olan panik atak vakası. Erken teşhis edilip tedavi edilirse kişi zararlarından korunabilir. Bu durum çocuklarda mantıklı düşünememe, korku, endişe ve ölüm düşüncesini beraberinde getirir. Çocuk panik atak geçiriyorsa sürekli huzursuz ve gergin olur. Her an kendisine ve sevdiklerine zarar gelecekmiş gibi korkar. Zamanla evden dışarı çıkmamaya başlar ve hayatı tamamen değişir. Panik atağın nedenlerine gelecek olursak; aşırı stres, depresyon, tiroit bezi hastalıkları, kafeinli içeceklerin fazla tüketilmesi olarak sıralayabiliriz. Teşhis koyulup altında yatan etkenler ortaya çıkarılınca tedavi süreci başlıyor. Kanımca, anlayışlı ve sabırlı olunması gereken bu dönemde üvey babanın baskıcı tutumu, aşağılayıcı hitap şekli çocuk üzerinde aksi tesir yaratmış, kendisini yalnız ve değersiz hissetmiş olabilir. Endişelenmeyin, yapacağımız seanslarla içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtaracağız inşallah.”
Hüsna derin bir nefes aldı ama kelimeler boğazından akmıyordu. Güçlükle konuşup vedalaştı. Aldığı yeni kararların azim ve iradesi gözlerindeki pırıltılara akseden genç kadın caddenin kalabalığına karışıp gitti…
Tarih: 19-02-2025